Brugge, ah Brugge! Brugge şehrini “Ah!” demeden anamıyorum, aklım o kadar orada kaldı ki. Masalsı mı desem? Büyüleyici mi? Orta çağ mı? Mistik mi? Hepsinin bir karışımı aslında. Büyük bir karışımı. Arnavut kaldırımlarıyla, modernliğe dair hiçbir iz olmayan sokaklarıyla insanı gerçeklikten uzaklaştırıyor, bambaşka bir dünyaya götürüyor. Brugge’de ne yenir, ne içilir, nereler gezilir, hepsinin cevabı ilerleyen paragraflarda olacak.
Şehrin arnavut kaldırımlı sokaklarında, kanalların kenarında bavulumu takır takır sürterken aklımdan geçen cümleler ne mi: “Brugge’de doğup yaşıyor olmak dünyanın geri kalanına çok büyük haksızlık!” Ben şimdi Brugge’ü daha satırlarca överim ama, gelin tüm notlarımı size aktarayım.
Belirtmeliyim ki Brugge şehri, olduğu gibi, her metrekaresiyle UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. O almasın da neresi alsın zaten? Aslında çok küçük bir şehir ve bütün yollar birbirine çıkıyor. Yine de siz aşağılara indikçe bu şehre 2-3 gün yeter mi ya? diye soracaksınız kendinize :) Şehri gezip bitirmeye yeter de doymaya yeter mi onu bilemeyeceğim. Bana yetmedi.
Eminim ki “In Brugge” filmini izleyenler şehri adım adım hatırlıyorlardır, adeta hadi gelin şu şehri tanıtalım yahu! filmi yapmış adamlar. Hoş böyle laf ettiğime bakmayın ben filmi sevmiştim :)
Ulaşım:
Brugge’e nasıl geçtin derseniz bir gece önce bulunduğum Almanya’nın Essen şehrinden otobüs ile geçtim. Avrupa içi seyahatlerde genelde bir Çek firması olan Flixbus’u kullanıyorum. Bizim Kamil Koç’umuz gibi düşünebilirsiniz. Tabii her hattı o kadar konforlu değil :) Mesela daha önce kullandığımda böyle bir sorun yaşamamıştım ama bu sefer beni en çok şaşırtan otobüsteki koltukların numarasız oluşuydu. Gerçekten kim önce binerse o yer kapıyor. Bu nedenle yanınızdakilerle bir arada oturmakta zorlanabilirsiniz. Benim yolculuğum Essen-Brugge arası yaklaşık 8 saat sürdü. Otobüs biletimi 23 Euro’ya almıştım.
Eğer Türkiye’den direk olarak Brugge’e nasıl gidilir derseniz önce Brüksel’e uçmanız oradan da tren ile geçmeniz en pratik çözüm olacaktır. Pegasus Havayolları Brüksel Havaalanına (BRU) değil, Brüksel-Charleroi (adını Fransızca okuduğunuzda inanılmaz artistik oluyor) Havaalanına uçuyor. Brüksel’den Paris’e doğru olan bir otobanda, Brüksel’e bile 1 saat mesafede bulunuyor. Charleroi Havaalanından diğer şehirlere shuttle ile gidip gelebiliyorsunuz. Zaten tek bir shuttle firması var, onun da adı Flibco. Türk Hava Yolları ile uçarsanız direkt olarak Brüksel Havaalanına uçuyorsunuz.
Sıra geldi en keyifli kısma… Brugge’de neler yapılır? Yeme-İçme önerilerimi yazının en altında bulabilirsiniz.
Grote Markt (Büyük Meydan):
Grote Markt dediğimiz meydan aslında şehrin merkezi ve aynı zamanda en önemli meydanı. Ay rengarenk evlere olan aşkımı artık aranızda bilmeyen kaldı mı? Bence kalmadı! Ve bu meydan gerçekten kurabiye gibi rengarenk evlerle dolu! Evlerin hepsi noel evi gibi, tarçınlı kurabiye kıvamında. Bu meydanda birçok ünlü tarihi yapı bulunuyor. En önemlileri ne derseniz 12. Yüzyıldan kalma Belfort Çan Kulesi ve Historium Müzesi bu meydanda bulunuyor. Bu rengarenk meydan tee 958 yılında şehrin Pazar yeri olarak kullanılmaya başlanmış. Günümüzde ise bu meydanı baharı yeşil tenteleriyle karşılayan kafeler süslüyor.
Historium Müzesi:
Grote Markt’tan bahsetmişken hemen bu meydanda bulunan şehrin tarih müzesi Historium Müzesi’nden de bahsetmeliyim. Açıkçası bu müze alışılagelmiş müze deneyimlerinden biraz farklı deneyimler sunuyor. Size Brugge şehrinin altın çağını, ticaret zengini olduğu orta çağ dönemini sanal gerçeklik gözlükleri ile izletiyor. Giriş ücreti 13,50 Euro. Binanın terasında tüm meydanı panaromik olarak izleyebileceğiniz bir kafe bulunuyor ve bilet fiyatına bir adet bira dahil :)
Belfry Çan Kulesi (Belfort):
83 metre uzunluğundaki heybetli çan kulesi! 366 basamak çıkıp tüm şehri tepeden izlemeye var mısınız? Bu kule 1240 yılında arşiv olarak kullanılmak üzere inşa edilmiş, aynı zamanda şehirdeki yangın/savaş vb gibi durumları gözlemek için kullanılmış. Fakat kule adeta düzenli olarak yangınlarda hasar görüp yeniden yapılmış. Sonunda 1822 yılında yeniden daha gotik bir tarzda inşa edilmiş ve çan kulesine dönüştürülmüş. Kulede şu anda tam 47 tane çan bulunuyor. Tepeye çıkış ücreti ise 10 Euro.
Rozenhoedkaai: (Quay of the Rosary)
Şehrin açık ara en, en, en, en sevdiğim noktası! Bu manzarayı hangi kelimelerle ifade edebilirim bilmiyorum. Adını asla okuyamadığım bu manzarayı beynime öyle bir kazıdım ki, gözümü kapattığımda kendimi orada hissedebiliyorum. Bu manzara şehrin en ünlü noktalarından biri. Kanal turları bu noktadan başlıyor, manzarada tam karşınızdaki ev de aslında size aşağıda yapacağım barın ta kendisi. Bar dediysem hemen gece hayatı aklınıza gelmesin, bu bar akşamları kapalı :) Ne yapın edin, eşinizi, sevgilinizi, arkadaşınızı, yanınızda her kim varsa alın ve belirli bi sürenizi bu manzarayı, kanal turu yapan insanları, eşsiz tarihi şehir yapısını izlemeye adayın. “Hayatı duraklat” tuşuna basmak tam bu noktada mümkün.
Aziz Salvator Katedrali:
Şehrin en büyük kilisesi Aziz Salvator Katedrali arkadaşlar. 10. Yüzyılda yapılmış ve çok az zarar görmüş. Katolik inancı benimsemiş bir kilise. Kiliseyi gezmek tabii ki bir ibadethane olduğu için ücretsiz ama içindeki özel odalara girmek için 2,5 Euro ödemeniz gerekiyor. Ben özel odaları gezmedim o nedenle bir yorum yapamıyorum fakat kilise genel olarak İtalya’da gezdiklerimden sonra beklentimi karşılamadı diyebilirim :)
Choco-Story Çikolata Müzesi:
Birazcık da lezzetten bahsedelim yahu! Hep tarih, hep tarih nereye kadar :) Müze birkaç katlı bir bina içerisine yapılmış. Aslında klasik bir müze sergilemesinden ziyade daha çok çikolatanın tarihçesini, Belçika’ya kadar nasıl geldiğini ve burada nasıl geliştiğini anlatıyor. Giriş fiyatı 8 Euro ve bu fiyata o müzede satılan bir çikolata girişte hediye. Yalnız sadece bir çikolata hediye sanmayın, içeride düzenli olarak karşınıza “yiyebildiğin kadar ye” çikolata kaseleri bulunuyor. Gerçekten yiyebildiğim kadar yedim, Türklüğümü konuşturdum ve beyazı, sütlüsü, bitteri derken kaç gram çikolata yediğimi ben bile hesaplayamam :) Beklentiniz çok yüksek olmasın ama bence Belçika’ya kadar gelmişken bu müzeyi de gezmeden gitmeyin.
Kutsal Kan Kilisesi:
İşte varlığı değişik olan bir kilise. Kilise aslında Burg Meydanı’nda bulunan bitişik birkaç binadan biri. Gotik ve romanesk bir mimari ile inşa edilmiş, dış cephesinde 8 adet altından heykelcik bulunuyor. Kilisenin önemi ne derseniz işte orada bir durun derim :) Bu öyle bildiğiniz kiliselere benzemez. Bizim için pek bir önemi olmayan, ama Hristiyan alemi için büyük bir önem taşıyan bir parçaya ev sahipliği yapıyor. Hz. İsa çarmıha gerildikten sonra üstünden alınmış, onun kanını taşıyan bir bez parçası bu kilisedeki özel bir odada sergileniyor ve bu parçayı gelip görmek bir nevi Hristiyanlar için hac görevi gibi görülüyor. Değişik bir aktiviteleri de bu bez parçasının her Ağustos ayında bir günlüğüne tüm şehri turlamaya rahipler eşliğinde çıkarılıyor olması. Bu bölüme giriş 2,5 Euro. Ben girdim fakat bir şey ifade etti mi derseniz, bence sadece başını bir rahibenin beklediği, bol mücevherli bir sandıkta saklanan kirli bir bez parçasıydı. Allayıp pullamaya gerek yok şimdi burada :)
Ortaçağ İşkence Müzesi:
Ortaçağ’ın çok acımasız bir çağ olduğunu hepimiz biliriz. Ortaçağ dendi mi benim aklıma hep şatolar, zindanlar ve cadı diye yakılan güzel kadınlar gelir. Bu müze de daha adını okur okumaz ilgimi çekti ve şehirde gittiğim ilk müze olma hakkını kazandı! Ne büyük onur senin için sevgili müze :) Aklımın almayacağı işkence aletleri gördüm; kazığa oturtmalar, karnını fareye yedirtmeler, canlı canlı insan çevirme yapılmalar, demirden boğanın içine hapsedilip boğayı kor demire çevirmeler, askere giden eşini aldatmasın diye bekaret kemeri takılan kadınların kendi dışkıları ve kanları yüzünden enfeksiyon kapıp ölmeleri… Daha niceleri. Anlayacağınız eğer psikolojiniz kaldıracaksa bu müze geçmişi gözünüzde canlandırmak için gayet ideal. O işkencelere maruz kalmak istemezdim tabii ki ama gezmesi keyifli ve ilginçti :)
Eski Aziz John Hastanesi: (Sint-Janshospitaal):
Avrupa’nın en eski hastanelerinden biri olan Aziz John Hastanesi’ni ben ne yazık ki gezemedim. Şehrin güzel sokaklarında, kanalların arasında çikolata kokusu eşliğinde kaybolurken günümüzde müze olan bu hastanenin son giriş saatin kaçırmışım! Bahçesi herkese açık olduğundan birazcık bahçesinde ve hastanenin giriş bölümündeki holde vakit geçirdim. Gözümün önünde orada eski usül, insanların iki ucundan tutup taşıdığı sedyelerde taşınan hastalar gezindi. Kim bilir orada kimler doğdu, kimler öldü, ne hastalıklar geçirildi… Ben Mart ayında gittiğim için yakalayamadım fakat hastane içerisinde Nisan ayından itibaren arp ile çalınan ücretsiz ilahi konserleri gerçekleştiriliyor. Belki siz yakalarsınız ;)
Church of Our Lady Kilisesi: (Église Notre-Dame)
İşte karşınızda Michelangelo’nun eserlerinden birini İtalya dışında bir ülkede bulabileceğiniz tek kilise :) Bu görkemli, kadrajlara sığmayan katedralin uzunluğu tam 122 metre! Dünyanın ikinci en uzun tuğla yapımı kilisesi olma ünvanını hakkıyla taşıyor. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım sizler için bu kiliseyi fotoğrafa sığdıramadım! Kiliseye girişler tabii ki ücretsiz ama Michelangelo’nun İtalya dışında sergilenen tek eseri olan ünlü Madonna ve Çocuk heykelini görmek isterseniz 2 ya da 3 Euro gibi bir ücret vermeniz gerekiyor.
Steenstraat Caddesi:
Gelin sizi Brugge’ün Bağdat Caddesi ile tanıştırayım :) Bu cadde şehrin en ünlü alışveriş caddesi, aklınıza gelebilecek tüm markaların mağazaları bu cadde üstünde bulunuyor. Tabi insanın buraya cadde değil, sanat eseri diyesi geliyor. Hiçbir şey almayacak olsanız bile gelin bu caddede dolanın. Take-away makarnalardan yiyin, ben yemedim ama hep Bocca isimli makarnacının çok leziz olduğunu duydum.
Jan van Eyck Meydanı:
Kimdir bu Jan van Eyck? Sanat Tarihi derslerinden hatırladığım gibi kendisi bir ressam mıydı? Yoksa karıştırıyor muydum? Bu sorular eşliğinde oturdum Jan van Eyck heykelinin önüne ve araştırmamı yaptım. Jan ağabeyimiz aslen Hollandalı olmasına rağmen aktif olarak Brugge’de çalışmış bir Rönesans ressamı. Hatta Vasari’nin kendisinden yağlı boya tekniğini bulan kişi diye bahsetmiş zamanında :) Jan van Eyck’in mekan ve ışığı ustalıkla kullanarak gerçek güzelliği şiirsel bir şekilde resme aktardığı söylenir. Kesinlikle adına yaraşır güzel mimarideki evlerle dolu bir meydanda heykeli bulunuyor. Ayrıca çikolata müzesi buraya çok yakın! Benden söylemesi.
Minnewater Parkı:
Aşk… Ah aşk! Her dilde, her şehirde, bölgede, coğrafyada sen her şeye adını verensin :) Hele ki bu kadar romantik bir şehirde senin adını içeren yerler olmazsa olur mu? Minnewater Parkı’nın Türkçe adı Aşk Gölü. Neden Aşk Gölü dediğinizi duyar gibiyim. Zaten şehrin adı Brugge değil Aşk Şehri olmalıymış orası ayrı konu da… Buranın adı Aşk Gölü çünkü göl kuğularla dolu. Bu gölün üstündeki köprüde birbirini öpen çiftler ömür boyu beraber olurlarmış :) Ben demiyorum, efsane öyle söylüyor… Bu parka kanalda yapacağınız bot turu da geliyor olsa da siz mutlaka yürüyerek gelin. Zaten şehir küçük, biraz kaybolun, elbet yolunuz buraya bir şekilde çıkar.
Öneriler:
KonaklamaMA Önerisi:
Arkadaşlar ben Hotel Koffieboontje’de kaldım. Konumu kesinlikle mükemmel. Büyük Meydan’a bağlanan sokağın tam meydan ucunda kendisi. Booking.com’dan 2 gecesi iki kişi 160 Euro’ya ayarladım. Öncelikle belirtmeliyim ki Brugge’de fiyatlar çok yüksek. O nedenle merkeze yakınlığıyla bana en kalınabilir otellerden biri gibi gelmişti. Keşke gelmeseydi. Dünyanın en güzel şehirlerinden birini bu otelle hatırlamak istemezdim. Bina zaten çok eski ama ona lafım yok, tüm binalar eski şehirdeki. Şimdi yazacaklarımı büyük harflerle yazmak istiyorum: HAVLULAR KİRLİ, KULLANILMIŞ VE YIKANMAMIŞ, YENİ MİSAFİRE ONLAR BİR GÜZEL KATLANIP ÖZENLE KONULMUŞ. ODADA BÖCEKLER GEZİYOR. Havalandırma zaten külüstür, açsanız mı açmasanız mı daha iyi bilemedim. Kettle var odada, onun yanındaki bardaklar da kirli. Gerçekten benim kadar titizseniz ve sadece temiz olsun diye daha fazla para verip 2 yıldızlı otel ayarladıysanız delirebilirsiniz :) Bir daha gidersem başka otellerde şansımı deneyeceğim.
Öğle Yemeği Önerisi:
PAS PARTOUT. Kesinlikle Brugge içinde yediğim en güzel yemek <3 Eğer sürekli pahalı turist restoranlarından ya da bilindik yemek zincirlerinden sıkıldıysanız benim gibi Pas Partout sizin için ideal bir restoran. Sadece öğle yemeği hizmeti veren Pas Partout’da günlük lokal yemekler çıkıyor. İçecek ve çorba dahil olmayan fiyatı 10 Euro. Bu fiyata çok büyük bir porsiyon yemek geliyor. Tabakta 3 ya da 4 çeşit yemek oluyor; bir ana yemek, 2-3 yardımcı yemek. İçme suyu da fiyata dahil :) Bence kesinlikle Brugge’de olduğunuz süre boyunca her öğle yemeğinde gidebilirsiniz. Bilgisayarını alıp gelmiş bir yandan çalışan, bir yandan yemeğini yiyen Belçikalıları gözlemleyebilirsiniz :)
Gündüz Birası Önerisi:
2BE The Beer Wall! Brugge’de oturup vakit geçireceğiniz en güzel pub! Hem de bu hangi bina biliyor musunuz? Yukarıda bahsettiğim ve gösterdiğim Rozenhoedkaai noktasından manzaraya baktığınızda tam köşede, karşınızdaki balkonlu bina! Adından anlayacağınız gibi sadece bira satıyor, hem de ne bira! Yüzlerce farklı çeşit var içeride :) Vişneli, Hindistan cevizli, elmalı, armutlu, böğürtlenli, sarı, kırmızı, siyah… Ne ararsanız! Ben her zaman bira sevmediğini bas bas bağıran biri olsam da hayatımda ilk defa sevdiğim bir bira buldum: KRIEK BOON. Vişne birası <3 Hayatımda hiçbir içeceği bu kadar sevdiğimi hatırlamıyorum! Gelin, Kriek Boon’unuzu ve Belçika peynirinizi alın, manzaranın tadını bir de buradan çıkarın. Huzur tam olarak bu pubda, bu manzarada.
Akşam Birası Önerisi:
Bierbrasserie Cambrinus! Akşam birası dediğime bakmayın, sabah 11’den itibaren açık aslında. Sadece gündüzleri manzarasız bir yerde harcamak istemediğimden ben kendisini akşam olarak yaftaladım :) Cambrinus’ta da o kadar çok bira var ki oturduğunuz an önünüze Harry Potter filminden çıkma kalın büyü kitabı gibi bir kitap geliyor, açtığınızda anlıyorsunuz ki aslında menüymüş! Hiç bu kadar kalın menü görmedim hayatımda. Eğer aç gelirseniz hamburger gibi yemekler de mevcut. Tatlı müzikler çalan, menüsü gibi mekanın içi de Harry Potter dünyasında hissettiren bir mekan. Şehrin kendisi gibi, adeta kafesi de Orta Çağ’a ait!
Çikolata Dükkanı Önerisi:
Çikolata kokan şehir yapmışlar! Ben bunu bilir, bunu söylerim! İnsan hangi sokakta yürürse yürüsün canı çikolata çeker mi? Brugge’deyseniz çeker. Şimdi herkes size çikolatacı olarak Chocolate Line’ı önerecektir, ben de gitmeden önce bütün bloglarda onu okudum. Chocolate Line’a gittim evet güzeldi çikolataları fakat beklentimin çok altında kalmıştı. Ben daha fazla çeşit, daha büyük bir lezzet peşindeydim. Derken “Home Sweet Home” isimli çikolatacıyı keşfettim! Gerçek bir çikolata dükkanı. İçeri giriyorsunuz, alıyorsunuz karton kutunuzu, başlıyorsunuz kutunun içini kendiniz doldurmaya! Aynı Haribo dükkanlarında olduğu gibi, maşalarla hangi çikolatadan kaç tane istiyorsanız :) Dükkan o kadar büyük ki, yüzlerce çeşit var, karar vermesi çok zor! İnsan burada 1 kilo çikolata yer, ben size öyle söyleyeyim.
Bir şehri daha bitirdim. Her tür sorunuz için benimle iletişime geçebilirsiniz. Instagram adresimi zaten biliyorsunuz :) Bir sonraki yazımda görüşmek üzere, leylekleriniz hep havada olsun.
Comments